Geçen gün sosyal medyada bir haber dikkatimi çekti…
Sitemizin değerli yönetmeni Mustafa Nurullah Celep’in “İstiklâl Marşı Derneği”nden paylaşmış olduğu bir bağlantıdaki notta;
“Eskiden İstanbul’a senenin ilk karı düşünce o gün matbuattaki İstanbul gazetelerinin
birinci sayfasında Cenab Şehabeddin’in Elhan-ı Şıta (1897) şiiri neşredilirmiş.
Biz de bu terkedilmiş geleneğin kıymetini tebarüz ettirebilmek için İstanbul’a karın düşmeye başladığı ilk saatlerde “Elhan-ı Şıta” şiirini Genel Başkanımız Şair İsmet Özel’in sesinden münasib bulduk.”
Denilirken, İsmet Özel’in seslendirdiği “Elhân-ı Şitâ” olanca gizemi ve güzelliği ile dikkat ve rikkatlere sunuluyordu…
Böylece;
pek yerinde ve zamanında, hele de;
‘Her yerde kar var’ken, hele de ‘Pencereden kar geliyor’ken…
Hele de,
‘yollarda Ayşeler, dallarda serçeler üşür’ken, sıcacık odalarda mahmurlaşan yürekler;
pek naif ve nazikçe kor ateşlere düşürülüyordu…
Bize, ‘eskimemesi gereken’ eski bir güzelliği hatırlatan İstiklâl Marşı Derneği ile;
Bizi, böylesi güzel bir gelenekten haberdar eden ve de ‘aşağıdaki yazımız’ıhatırlamamıza vesile olan Mustafa Nurullah Celep’e teşekkür ederken;
“Elhân-ı Şitâ” gibi,
gözlerimize pırıl pırıl bir kar tablosu;
gönlümüze şırıl şırıl bir kış bestesi armağan eden Cenap Şahabettin’i rahmet ve minnetlerle anıyor;
böylesi güzel bir şiiri fevkâlade bir heyecan ve coşku ile yorumlamasını dikkatlerimize kaydettiğimiz günümüzün seçkin şahsiyetlerinden mütefekkir-şair İsmet Özel’e şükranlarımızı sunuyoruz…
Elhân-ı Şitâ gibi,
musiki ile ahengin binbir çeşit kar motifi eşliğinde dans edip ritm tuttuğu bir san’at eserini;
Elhân-ı Şitâ gibi bir hüzn-ü saadet nâmesini dinlemeye davet edilen bizlerin;
bu hassasiyete icâbet etmeme lüksü olabilir mi ki?!..
Nasıl mı?..
Buyrunuz efendim bize gidelim hadi…
……………………………………………………………………
YETİŞMEZ Mi YETKİNLER DE YETİMLER’E?.. (*)
İçerde, bahçemizden güz sonu sobada tutuşturmak için -biz gençlere taş çıkaran-
babaannemin topladığı çalı çırpı çıtır çıtır sesler çıkarıyor; dışarıda lapa lapa kar yağıyordu…
Emektar kuzinemizin üstünde rahmetlik kayınvalidemden kalma tunç çaydanlıktaki su, yavaş yavaş ama ısrarla fokurdarken; dışarıda kar taneleri motif motif, bin bir çeşit marifet sunuyordu bize… Anacığımın “üstüne de bu yakışır” diye hediye ettiği nakışlı porselen demlikten yayılan mis gibi çay kokusu, ısrarla tiryakilerini davet ediyordu…
Ne zaman şöyle bir çocukluğuma gitmek, anılarımı tazelemek istesem; hiçbir eşyasına dokunmadığımız eski evimizde alırdım soluğu… Bir kalorifer çocuğu olan kızım da dünden razı olur, mesrur olmak için mutluluğumla, eşlik ederdi bana…
Yine öyle bir gündü…
Eşim; babama, dükkana uğrayacağını söylemiş, kızım işgüzar işgüzar hazırladığı paketi eline tutuştururken:
–Afferin kızıma.. biz de dedenle dükkanda çay söyler, “torunun yaptı bunları” derim
hem de…
–Akşama doğru da gelir alırım sizi deyip, gitmişti…
O daha kapıdan yeni çıkmıştı ki, biraz önce esamesi bile olmayan mevsimin ilk karı;
biraz önce işte hem de öyle böyle değil, lapa lapa yağmaya başlamıştı hem de.
Kızımın bin bir hevesle dakikalarca çırptığı için iyice kabarmış keklerine de, babasının
“aman elini yakmasın da kızım…” diye diye, birlikte dakikalarca kızarttıkları
cânım peynirli poğaçalara -hem de çok sevdiğimiz bahar çiçekli tabaklara
pay etmiş olmamıza rağmen- gözümüzü kardan alıp da bir türlü rağbet etmiyorduk…
Gözümüzün içine baka baka “ben de soğuyorum işte” diyen bardaklara doldurduğumuz tavşankanı çaylara bile, balam da, ben de aldırmıyor; büyük bir hayranlıkla
‘O En Büyük Ressam’ın Muhteşem Tablosu’nu temaşa eyliyorduk…
Kilim motifleri ile kanaviçe işlenmiş beyaz etamin örtülü hasır yastıkların üstüne inen çizgili perdeleri iyice kenara çekerek, tabaklarımızı tepsi ile sedire taşıdık…
Ana kız keyfimize diyecek yoktu..
-Keşke babam da olsaydı!.. derken;
O’nun şu sıcacık odamızdan bembeyaz gelinliği ile görkemli bir hal alan bahçemizin
şu harika manzarasını seyretmeye değer bulduğu öyle aşikardı ki…
Daha bir dilim kek yememişti ki başını dizlerime koydu…Saçlarını okşarken kuzumun,
o nerdeyse uykuya dalacaktı ki birden doğrulup :
-Anneciğim yaşasııınn!…derken el çırpıyor benim soru dolu bakışlarıma cevap vermek için çabuk çabuk:
– Öğretmenim ödev vermişti zaten…akşam hemen bu manzaranın resmini çizeceğim diyor; sevincinden ‘buldum buldum’ diyerek ne yapacağını bilemeyen Arşimet gibi, dört dönüyordu odada.
[ Evet, , “cıvıltı ve ışıltının en sevimli simgesi; masum ve mazlumluğun en samimi ifadesidir
çocuklar, çocuklarımız…
Sevinç ve övüncün en özel gözdesi; pâk ve berraklığın en güzel göstergesidir çocuklar,çocuklarımız…
Bugünümüz, yarınımız; yârimiz, yârenimiz; canımız, cânânımızdır çocuklar, çocuklarımız… S.M.]
diye derin düşüncelere dalmıştım ki ben, baktım biraz önce el çırpan yavrum
iyice mahmurlaşmış, uykuya hazırlanıyordu…
-Hadi biraz uzan sen dememi bekliyormuş sanki uyudu gitti…
Rahmetlik anneannem “uyuyanın üstüne kar yağarmış..” derdi.. Oda sıcak da olsa omuzlarımdaki şalı alıp üstüne örterken; biraz önceki düşüncelerimi unutmamış
olacağım ki, kaldığım yerden devam ediyordum ben de.
[“ ‘Bugünün küçüğü ama yarının büyüğü’ bildiğimiz ve öğüt vere vere büyüttüğümüz çocuklar, çocuklarımız…
‘Kötü-yanlış-çirkin’i“unut”sun; ‘iyi-doğru- güzel’e “umut”sun diye yetiştirdiğimiz
çocuklar, çocuklarımız…
Vee… ‘beyaz ufuklara baksın’ da; ‘beyaz umutlar kuşansın’lar diye beklediğimizçocuklar, çocuklarımız…S.M.]
diye tefekkür eylemeye çalışıyor; ötelere, daha ötelere dalıp dalıp gidiyordum…
Kızım çok akıllı ve becerikli, bir o kadar da ağır ve sorumluluklarını bilen bir çocuk
olsa da, on yaşına girmiş olmasına rağmen kardeş sorumluluğunun kendisine bir “yük” olarak dönmesinden hâlâ endişe ediyordum…
‘Yük’ deyince de -büyük bir mahcubiyetle- aklıma birden Yavuz Bülent Bakiler
Üstadımızın:
“Garipler Pazarı’nda körpe çocuklar
Yorgunluktan güzelim yüzleri al al…
Öldüren bir çığlık dudaklarında:
-Boş hamal! boş hamal! boş hamal!”
diye diye çizdiği şu yürek burkan tablo canlandı da yürüdü geldi sanki gözlerimin önüne…
Ama yine de anne yüreği işte…
Uyandırmamaya özen göstererek çocuğumun güzel başını yavaşça sedirin köşesindeki
tüy yastığa bırakıp, gayri ihtiyari elimdeki çayımla pencerenin önüne geçerek yağan karı iyiden iyiye seyre dalmıştım ki; lise yıllarımdan beri ritmini çok sevdiğim, o uzunca ve narince ‘Elhân-ı Şitâ’nın ezberlemiş olduğum ilk mısraları bir musiki gibi doluverdi
odamıza…
“Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş;
Eşini gaib eyleyen bir kuş
gibi kar
Geçen eyyâm-ı nevbahârı arar..”
diye başlıyor ve yine çok sevdiğim hüzünlü bir şarkı gibi devam ediyordu :
“Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
Küçücük, ser-sefîd baykuşlar
gibi kar
Sizi dallarda, lânelerde arar.
Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân
Şimdi boş kaldı serteser yuvalar
Yuvalarda -yetîm-i bî efgan!
Son kalan mâi tüyleri kovalar
karlar
Ki havâda uçar uçar ağlar!”
derken şair, bütün hafızamı hicran ve hüzün kuşatıyor; biraz önceki romantizmi elbirliği ile kovuyor; dört dörtlük yüzüyle o realizmi davet ediyorduk sanki…
Damağımda ne kekin tadı, ne çayın demi kalmıştı..Keyfim kaçmış; acı acı burkulurken yüreğim, sitem etmeye başlamıştı bile gönlüme…
Kompozisyon derslerimin ‘Tiryaki Sözleri’ ile beni ve ‘göz pınarlarım’ dediğim öğrencilerimi hiç bırakmayan ‘vefakâr onur konuğu Cenap Şahabettin’e bir kere daha gıpta ederken, yanımda taşıdığım defterime şunları yazacaktım biraz sonra:
(*) 63 Damla Mürekkebin Aşkı isimli kitaptan…
Ayrıntılı bilgi ve yazının devamı gelecek yazımızda…
ELHÂN-I ŞİTA / CENAP ŞAHABETTİN
Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş;
Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar Geçen eyyâm-ı nevbahârı arar… Ey kulûbün sürûd-i şeydâsı, Ey kebûterlerin neşîdeleri, O bahârın bu işte ferdâsı: Kapladı bir derin sükûta yeri karlar Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar!Ey uçarken düşüp ölen kelebek, Bir beyâz rîşe-i cenâh-ı melek gibi kar Seni solgun hadîkalarda arar; Sen açarken çiçekler üstünde Ufacık bir çiçekli yelpâze, Nâ’şın üstünde şimdi ey mürde Başladı parça parça pervâze karlar Ki semâdan düşer düşer ağlar!Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar; Küçücük, ser-sefîd baykuşlar gibi kar Sizi dallarda, lânelerde arar. Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân, Şimdi boş kaldı serteser yuvalar; Yuvalarda -yetîm-i bî-efgan! – Son kalan mâi tüyleri kovalar karlar Ki havâda uçar uçar ağlar!Destinde ey semâ-yı şitâ tûde tûdedir Berg-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter… Dök ey semâ -revân-ı tabiat gunûdedir- Hâk-i siyâhın üstüne sâfî şükûfeler! Her şâhsâr şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek! – Göklerden emeller gibi rîzân oluyor kar, Bir bâd-ı hamûşun per-i sâfında uyuklar Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girîzan, Karlar.. bütün elhânı mezâmir-i sükûtun, Dök hâk-i siyâh üstüne, ey dest-i semâ dök, Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi; |
Cenap Şahabettin |