Kategoriler
Makaleler

YİNE DE “YEDİ GÜZEL ADAM” YİNE DE!..

YİNE DE  “YEDİ GÜZEL ADAM” YİNE DE!..
Semra MERAL

18

20-29 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilen “Kahramanmaraş 2. Kitap ve Kültür Fuarı”
nedeni ile medyada esen edebiyat rüzgârı,  fuara gidemesek de;  ‘kahraman’ oluşuna,
‘şiir kenti’ payesini de ekleyen bu güzel şehrimize  götürdü bizi de!..
Sütçü İmamlar’ı,  Necip Fazıllar’ı, Karakoçlar’ı  yetiştiren bu mümbit toprak ‘Yedi  Adam gibi Adam’ı;  ‘Lisesi’nde okutunca da  “güzel”de  eyleyiverdi…
Bu cümleden olarak,  bir Kahramanmaraş  dergisi olan ‘Yeni Edebiyat Yaprağı’nda yayımlanmış olan bir yazımızı yeni güncellellemesi ile sizlere sunalım da; “ gün’e,  gül’e  güzel’e not düşerken,  sürur duyalım istedik biz de!..

 

yedigüzel adam{YEDİ  GÜZEL ADAM  EL ELE    VERİNCE,YEDİVEREN OLUR GÜL,  GÜL’E VARINCA…

Hani  aramızda  tersinden dolaşan,  dilimize  tersinden yerleşmiş;  en çok da kolayımıza geldiği için öyle anlamak istediğimiz  “güzele bakmak sevap…” sözümüz var ya…
“ ‘Güzel bakmak’ sevaptır…”şeklindedir sözün aslı aslında ve böyle kullanılmalıdır da!..

Çünkü;  güzel görmek,  güzel düşünmek,  güzel hissetmek’tir aslolan ve ilkesidir de  zaten güzel  olanların.
Marifet,  güzele bakmak,  güzeli farketmek değil;   çirkini bile güzel görmek, çirkine bile
güzel bakmak;  onu ötelememek,  ona karşı ayırdededici olmamak;  Yüce Yaradan’ın her yarattığında bir güzellik görebilmektir…

Ve elbet;  güzel başlamak,  güzel devam etmek ve güzel bitirmek mefkûresidir zaten asil olan ve daima asil kalanların…
Zira:
Güzel,  cahil için sadece bir ‘seyirlik’ iken;  bir  alim için ‘tefekkür ettiren bir kimlik’ değil midir?..
Güzel, nadan için sadece bir ‘görsel’ iken;  bir sanatçı  için ‘yürek titreten bir hüviyet’ değil midir?..
Güzel, sıradan biri için sadece haset edilecek bir ‘meta’ iken;  bir edip için ‘gıpta edilecek bir eser’ değil midir?..

Peki ya yanlış, ya kötü?.. Peki ya zulüm, ya zalim?..
Peki ya güzel ile zalim veya zulüm ile güzel?
Peki ya alim ile zalim? Peki ya zulüm ile ilim?..
Bulunabilirler mi bir arada; uyuşabilirler mi?..
Tutar mı ki acaba  birbirleriyle dokuları?..

Peki ya iyi,  zulmü sever mi hiç?.
Peki ya doğru,  zalime göz kırpar mı -pardon- göz yumar mı hiç?..
Peki bir adam, bir güzel adam hiç zulumden yana olur mu, olabilir mi hiç?..

PEKİ,  YA YEDİ  GÜZEL ADAM HİÇ  ZULMÜ ALKIŞLAR  MI?..

Güzel olup,  bir de;  yedi  “adam gibi adam” olup  el el ele verince;  hele bir de
“yedi güzel  adam” payesi ile taçlanınca,  hiç  zulüm  alkışlanır;   zalim  sevilir mi;
hele  sessiz, hele umarsız  kalınır mı?!.

Anlatmak istediği  gibi  Şairlerin  Hası Mehmet Akif  Ersoy’umuzun;

Hiç olmazsa yerden yere vurulmaz, yerden yere çalınmaz mı o mendebur  zulüm?
Hiç olmazsa yanından  kovulmaz mı, o  meymenetsiz,  o merhametsiz  zalim?.

Zira:
“Doğrudan doğruya Kur’andan alarak  ilhamı” mızı, biz de Has Şairimiz gibi;

“Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim, 
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! “ 
diyebilmeliyiz  değil mi?..

O ‘Yedi Adam gibi Adam’dan,  O pek ‘Zarif’ olanı bile:

[“Dedi ki, sen şairsin, elindeki bu taş ne?
Dedim ki, şair aşka boyun eğer, zulme değil…” (1a) 
dememiş miydi?..

Bir başka  zaman, bir başka vakitte ise —Daralan Vakitler’de—

“Şairler eğer ahın varken uzanırlarsa tomurcuklara, güllere
Her biri kanlı bir ateş, bir korku, bir azar, bir şamar olsun
Filistin sen işine bak, kar toprağını, yoğur gazabını Yaradan’ın”(1b)

diyerek bütün şairleri davet etmemiş miydi  bu kutlu yolculuğa?..

Boş vereceklere; tomurcuk, gül-bülbül edebiyatı yapmaya devam edenlere mazlumların haklarını haram eylememiş miydi?..

Evet ki evet:
Madem ki zalim,  gözyaşı döktürüyor masuma;  öyleyse bir  şair  de o zalimi,  mürekkebe batırıp batırıp çıkarmalıdır…
Madem ki  zulüm, ‘ahh!..’ ettiriyor mazluma;  öyleyse bir yazar da zalime,  zalimlere  ‘eyvaah!..’ dedirtinceye kadar anasından doğduğuna pişman etmelidir…

Ve   zaten ‘aheste aheste çıkar’ demiş ya atalarımız alınınca mazlumun ahı…
Ve zaten zalimi ‘Kahhar’ ismiyle kahreder ya O hepimizin Yüceler Yücesi Allah’ı!..
Hani diyordu ya Mehmet Emin Yurdakul:

 “Unutma ki, şairleri haykırmayan bir millet;
Sevenleri toprak olmuş, öksüz çocuk gibidir” diye…
Aslı ‘eşref-i mahluk’ olan insan; hele bir de şair, hele bir de san’atçı ise;  kardeşinin derdini dert bilmeyip erdemlerinden uzaklaşıp bencilleştikçe, maalesef bir  ‘beşer’ olarak kalacak ve   kaya kaya –maazallah- esfel-i safilin’e kadar düşecektir…
Bu  endişeden bertaraf olmak niyazı ve  ‘çırağın da çırağı’ olabilme umuduyla;
[ “Sel olup akan yaşları ile masumların,
Niyaz eden dilleri ile mahsunların,
Sarabilsek keşke yarasını mazlumların!..
Pembe dudağından kan sızınca bebelerin;
Kanatlarıyla o beyaz güvercinlerin
Taşıyabilsek keşke şifasını erguvanların!..” S.M. ]
diyerek, bu ulvî göreve karınca kararınca talip olduk biz de.

Madem öz ağlamadan göz ağlamıyor, madem;

[Köprüler yüreklerden yüreklere kurulu(r)/yor,
Yürekler bir olunca; dualar, daha çabuk duyulu(r)yor“ S.M.]

O halde biz de; “çocuklar uyuyunca susulur, ölünce değil!..” diyenler’le bir olduk!..

Mazlumun ahı, titretir de  Arş-ı  Rahman’ı;  indirmez mi  tahtından  Şah’ı?..
Zalimin dostu ağyar ise;  mazlumların da yâr ve yardımcısı değil mi ki Yüce Rahman’ı?..

Tevfik  Fikret’in de dediği gibi:
“Zulmün topu var, güllesi var, kalesi varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.”

Ve işte; doğru ile şair, güzel ile şair, hele bir de “yedisi” bir araya gelince; evvelAllah,
ne zulüm kalır, ne de zalim!..Taşlar erir  taşlar, onların doğru  akış ve bakışıyla…
Bir başka şair Osman Sarı’nın:
“Taş taş değil, bağrındır taş senin
Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin
diye taş bağırlara fırlattığı  ‘taş’ları,  bütün şairler atabilmeli; ata ata ‘ok’larını on ikiden vurmalı bütün yazarlar; o taşın içindeki buzları ‘ateş’ yaka yaka bütün san’atçılar eritmeli ki ;
Ferhat gibi ‘kazma’ kayalara değil, kalplere vurulsun!..” değil mi?..

Akif’imize  hem ismen, hem fikren benzeyen bir başka  Akif’imizin  niyaz eylediği  gibi:
“Doğ ey güneş erit taştan adamı
Ve kurut taşları diken elleri.
Kurtuluşhaberi olsun dünyaya,
Ayırma üstümden bir an gölgeni”(2a)

Ne güzel  dillenenler de, dilenenler de,  lâkin gel gör ki;
Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi  “en şerefli varlık” olarak yaratılan  ‘insan’ olgunlaşmayıp
ham kaldığı sürece sadece ve sadece bir beşer olarak kalacak ve şaşacaktır  Ve maalesef sağına, soluna da zarar vermeye başlayacaktır…

İşte o meşhur(!)  hamlar hamıFiravun cenapları, görünce o malum kâbusunu,  huylanınca da  kabusundan, olacak diye tacından, tahtından attırmadı mı  azgın yardakçılarına  ‘o el kadar sabileri’ Nil’e?..
Yem etmediler mi timsahlara,  öldürmediler mi daha anneciğinin karnında o günahsız bebeleri; annelerinin yüreği, ciğeri  parçalana parçala!..

Hem de bütün  Mısır halkı bile bile, hem de merhamet timsali Asenath’ (Hz.Asiye) ın gözleri önünde…Hem de; bir Nil  İncisi, bir  Saray  Elması, bir “Cennet Köşkü’nün Dürr-i Şehvarı  Hz.Âsiye’(S.M.*)nin yüreğine kan damlaya damlaya…

Önce Mezopotamya’da  Nemrut tutuşturdu taşıttırdığı odunlarla zulmün ateşini; sonra daFiravun  zakkumun (zıkkımın) köklerini  ektirdi Mısır’da, Nil boyunca…
Sonra da işte o iki azılı katil, o  iki namlı zalim;  maalesef idolü(!) oldu bütün bir zulüm tarihinin âdeta.
Hakkımızı gaspeden birine: “vay Firavun vay!” veya
Düşünce bir not zulmün o kara kablı  defterine  “Ne  Nemrutmuş nee!” demek de pelesenk olmadı mı o günden beri şu döner dillerimize…

Nemrut; yansın, yaksın diye atmıştı da ateşe İbrahim’i; gül olmuştu ya ateş de İbrahim’e…
Firavun zaptiyelerinin birer birer nehre fırlatıp timsahlara yem ettikleri körpe     bebeklerden herhangi biri olmadığını;  annesinin  titreye titreye bıraktığı ellerinden bilmişti de Nil,  dal olmuştu, kol olmuştu ya Musa’sına…(S.M*)

“Zulme baş kaldırarak  girmiş oluyoruz insanlığa…” (3a) diyen bir diğer güzel adam ise, bakın  şart koşuyor  “insan ol/a/bil/mek”  için, ‘zulme baş kaldırma’yı.Bir başka söyleyişle,  insan olmak zulme isyan etmek’le  eştir O’na göre,   daha ötesi yok’tur, yok!..

Daha sonra  ‘Yedi Güzel  Adam’dan bir diğeri de bu şartı koyana, Birazdan Gün Doğacak
diye seslenerek, umut çiçekleri sunacaktır:
“…Gün doğar, rüzgar eser bulut dolanır 
Rahmet şarkısı söyler yağmurlar
Alnınız en soylu isyandır demir külçelere
Gürültü susar ses donar sevgi tohumu patlar
Sessiz bir bombadır konuşur derinlerde.
“Şimdi siz taşıyorsunuz müjdenin kurşun yükünü
Çatlayacak yalanın çelik kabuğu
Sizin bahçenizde büyüyecek imanın güneş yüzlü çocuğu.”(4a)

Yedi  Güzel  Adam’ın hayatta olanı’nın (Allah ömürler versin) hayatta olmayıp, Rahmet-i Rahman’a kavuşan   ikiz kardeşi  için söyledikleri ile birazcık zulüm ve zalim’i unutalım mı?..
“O, Dostoyevski gibi, Faulkner ve benzerleri gibi beni yazmaya kışkırtan beğendiğim yazarlar kümesinde yer alır. Onun hakkında, kimilerine belki tuhaf gelebilir, ama en yandığım hususlardan biri de, kıymetinin hâlâ anlaşılamamış olması halidir. Yüzlerce, belki binlerce yazısı gazete ve dergi köşelerinde, bir himmet ehli tarafından toplanıp kitaplaştırılmayı bekliyor. O yazılar çekildikleri yalnızlık köşelerinden gün yüzüne çıkarılırsa Türk edebiyatı en nadide metinlerini ebediyen selamlama fırsatını yakalayacaktır.” (5a)

Belki de  değerli üstadımız, duygusallığından sıyrılarak  kendileri  yapacaktır böylesi ender ve manidar  bir çalışmayı …(Yapıldı ise cahilliğimiz bağışlana…)
Bir başka zaman, bir başka konuşmasında Bayazıt için: şiirden çok iyi anlar,çok iyi yazardıâdeta bir  “şiir avcısı”ydı diyen R. Özdenören;  Zarifoğlu için Necip Fazıl’ın‘Artist’diye hitabettiğini, kendisinin ise O’na ‘Aristo’ dediğini ifade etmişlerdir…
Bir üstteki   manidar yazısının devamında ise:
“…gerek O(kardeşi), gerek daha erken bu dünyayı terk etmiş olan Cahit (Zarifoğlu),
daha sonra Akif (İnan), Erdem (Bayazıt), benim için Yunus Emre’nin deyişiyle birer göğ ekin mesabesindeydi. Hepsinin imanı, yeteneği ve dehası önünde saygıyla eğiliyor, onlara Allah’tan rahmet diliyorum..” (5b) 
demekteyse de;

O üzülmesin, kendilerini  sevenler üzülmesin diye ötelerden ses veriyor   Erdemler’i :
“Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden 
İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden
Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm
.” (4b)

Hemen arkasından  Hakk’a yürüyen bir başka güzel adam gördüğü muştulu rüyasına
 İnan/ dı/rı/ yor  bizi:
Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde 
 Götür müslümana selam diyordu
Dayanamıyorum bu ayrılığa
Kucaklasın beni İslâm diyordu
”(2b )

Ardından hemen  Pakdil’leri:
“Gel / Anne ol /Çünkü anne
Bir çocuktan bir Kudüs yapar
Adam baba olunca/ İçinde bir Kudüs canlanır
Yürü kardeşim/ Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin
(3b) diye
pek pakça ve yüreklice sesleniyor özellikle de büyüklerimiz’e…

Bu noktada Öz/den/ ören/leri’nin   bir uyarısı var hepimize:
Biz ise, kuşkusuz iyi niyetle, fakat içini dolduramadığımız çığlıklar ve çağrılarla oyalanıyoruz.Hasmın gücünü kendi lehine imale etmeyi başaramayan veya elinde bulundurduğu gücü tasarruf edemeyen, o gücü ve o inisiyatifi başkasına kaptırır.” (5c) diyerek birazcık uzaklaştığımız  hakikatle yüzleşmeye, yeniden  davet ediyor bizi değil mi?..
Ve hemen kendilerine, Peygamber Efendimiz(s.a.v.) gibi 63 yaşında Hakk’a yürüyen ikiz kardeşi cevap veriyor sanki:
“Gülüm gülüm
Bu kentin koynuna girdiğim günden beri
Cebimde ölümüm
Avuç avuç dağıtırım insanlara
Bir türlü tükenmez ölümüm.”(6a)
diyor; vecd ile, huşu ile , inanç yüklüce…
(Hakikaten de ; ne güzel adamlar ölüyor, ne de ölüm tükeniyor…)

Güzel adamlar ölmüyorlar çünkü Onlar’ı yaşatan; evlatlarının acılarını bile başka çocukların gülücükleri yanında hiçe sayan birer yüreklerinin oluşu ve işte o yüreklerin yaşatıyor ve yaşatacak olması Onlar’ı.. Ve işte  dokuz yaşındaki  oğlu Kerem’i kaybeden baba
Öz /den/ ören’in yürek yangısındaki bahtiyarlığı :
“Senin çantanın oğlum
Bir gözünde gülücüklerin vardı
Ağlayan çocukların yanaklarına yapıştırırdın…”(6b)

Hemen ardından Üstadların Üstadı-Sultan üs Şüara’nın bize en büyük armağanı olan
Diriliş Mimarı –ki nam-ı diğer Doğunun Yedinci Oğlu-  umutsuzluğa açılan bütün kapıları kapatarak  umut fideleri dikiyor…Çünkü artık diriliş vakti’nin iyice yaklaştığına inanıyor.

Öyle ise :
“Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır ” (7
)

Öyleyse hadi yeniden,
yeni  ‘ yedi güzel adam’lar  el ele versin yine… Zira,
“Yedi   Güzel  Adam  El Ele Verince
Gül’e  Gül’e  Yediveren’e  Varınca;

EvvelAllah,
Ne Zulüm Kalır, Ne De İşkence!..S.M.”}

NOT:TRT 1’in  ‘Yedi Güzel Adam’ isimli  dizi filminde adı geçip de, yukarıda yer veremediğimiz – kısa bir süre öykü yazarlığı yapan-  Ali Kutlay’la birlikte;  Önden Giden Dört Güzel Adam’a (Cahit Zarifoğlu- Mehmet Akif İnan- Erdem Bayazıt- Alaeddin Özdenören) Yüce Allah’tan gani gani rahmet; hayatta olan Üstadlarımız’a (Sezai Karakoç- Nuri Pakdil- Rasim Özdenören)sıhhat ve selâmet niyaz eyliyoruz…

1a– 1b: Cahit Zarifoğlu  2a- 2b: Mehmet Akif İnan 3a- 3b: Nuri Pakdil  4a- 4b: Erdem Bayazıt  5a- 5b-5c :Rasim Özdenören  6a-6b)Alâeddin Özdenören 7) Sezai Karakoç
(S.M*): Cennet Kadınları isimli kitapta yer alan Hz.Asiye ile ilgili öykümüz ve öykümüz’den…

Bu makale,  POETİK HABER.NET’ten alınmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir