Semra Meral
Ömer Seyfettin Dosyası’ndan:
ÜÇ CİLDİN ÜÇ YÜZÜ
Birincisi; ÇOCUKLUĞUNUN SİLİN/E/MEYENLERİ
Yüzüm mahzunlaşır,gözlerim dolar,mimiklerim;biraz sonra batacak gemiyi haber vermekle mükellef ikinci bir kaptan gibi ‘alabora olur’ du her seferinde.
Her seferinde; yaramazlıklarını toplamaya gayret eden bir anne olur, gelemeseler de ‘ninni dinlemeye hazır birer çocuk’ kıvamına, telaşlı bir tecessüse bürününce dikkatleri, artık yazarımın dinlediği o hazin derenin şırıltısı dolar dolar boşalırdı sınıfıma… Çıt çıkmadıkça da, dinlendiğinden emin olan her hatip gibi, uzaklardan çook uzaklardan gelen o malum ‘Kaşağı’ının “tiki tık, tiki tık” larından başka bir ses duymaz olurdum o kutlu kürsümde… Sesim titreye titreye her örnek okuma yapışımda; o bir bakışı ile ödler koparan, evinde bile asker disiplininden taviz vermeyen muhterem ‘yüzbaşı’ babanın çiftliğine konuk oldum hep çekine çekine… Maalesef yine İstanbul’da olsa da küçük Ömer’in annesi; daha bahçe kapısında karşılasa da babacan Dadaruh bizi, adımlarımız hep geri geri gitti canlarımla birlikte… Hanımının yokluğunu hissettirmemek için satır aralarında ağırlamaya gayret etse de evin emektarı Pervin bizi; biz O’nunla çayı değil, acıyı yudumladık kana kana, o onulmaz çaresizliği paylaştık gözlerimiz dola dola… Ve o çocuk yaşında bir gecede on yaş birden büyüyerek ömür boyu çok hüzünlü bir hüsran yaşayacak bir ağabeyin, kaç kez şahit olduk; bin bir kere ‘bin bir pişmanlığı’na… O, kardeşinin iyileşeceğini, onunla tekrar oynayacağını, tekrar atları tımar edeceklerini hayal ederken ve de onun kendisini affetmesi için ellerine, ayaklarına kapanmayı düşlemişken, birdenbire ellerinden uçup gitmesi belki de çok kısa süren ömrünün şifa bulamayacak derdini körüklemişti besbelli ki… Ne kadar üzülmüş, ne kadar yıkılmış demek ki haftalarca, aylarca; ne kadar kavrulmuş için için demek ki… Zira yıllar sonra kaleme aldığına göre bu acı gerçeği;tekrar itiraf ederek, yenilediğine göre bu vicdan muhasebesini demek ki hiç unutmamış Hasan’ını!.. Öyle ise yeni Hasanlar olmaması, yeni hüsranlar yaşanmaması için yanlışın üstünü çizmeli, çizmeliydi yazarım… Ki saatler yalan yanlış işlemesin! Ki insafsız, merhametsiz, vicdansız -ki bu kendisi de olsa- dersini alsın! Ki iyiye, doğruya, güzele rahmet okunurken; kötü, yanlış, çirkin vicdan azabı ile zahmetler çeksin! İşte Ömer Seyfettin de unutmadı, unutamadı ve hep yeniden yaşadı… O’nun öykülerinin üç ana kaynağını oluşturan diğer iki damar, diğer iki temel taş’tan ikincisi: Bunu iki farklı grupta da değerlendirebiliriz… Şöyle ki; a)Zaman içinde değişmesi gereken âdet ve töreler… Evet, acaba dört yaşımda var mıydım? Ondan önce hiç bir şey bilmiyorum. Bilinç, başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer. Tolstoy, daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor. İlk duygusu bir hoşlanma! Benimki müthiş bir sıkıntıyla başladı. Beni artık susturamıyorlar. Ne vakit, nerede, nasıl sustuğumu bugün hatırlayamıyorum. Sanki sonsuza kadar ağlıyorum. Kendimi bilir bilmez yaptığım bu cinayetin üzerinden işte otuz yıldan fazla bir zaman geçti. Şimdi Şirket vapurlarının güvertelerinde otururken ne zaman bir martı görsem, birdenbire, neşemi kaybederim. Bir çocuk haykırışıyla ağlamak isterim. Yüreğimin içinde derin bir sızı büyür, büyür. Göğsümü acıtır. «Ah insafsız!» diye beni azarlayan anneciğimin hiç bitmeyen paylamasını duyar gibi olurum.”} Hangi bir anısından, hangi; aslında bir gözlemci ruhun keşfetme, bir araştırma eğiliminin ‘yaramazlık’ olarak yansımasından, hangi acısından, kaçıncı vefasından, kaçıncı kadirşinaslığından söz edelim bilemiyoruz ki…
Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim…”} Diye evlerinin ve okulunu bize tanıtmaya çalıştıktan sonra, daha çocuk yaştaki ilkeli bir duruşun, o bitimsiz ve bitmeyecek öyküsünü arkadaşı Mıstık’ın şahsiyeti ile bütünleştirerek ve çok haklı olarak O’nu bir kahraman olarak ilân edecek ve yine rahmet okutacaktır kendisine… Biz ne desek; sadece bir arkadaş değil “kan kardeş” de oldukları o vefakar ve cefakar Mıstık’ına olan hayranlığını, yazarımız kadar içten anlatamayız ki… Küçük bir çakı ile çizilen ama bir ‘söz’dü verilen diyen o koca yürekli Mıstık’ın hayatını kaybedişiyle duyduğu o tarifi imkansız, o buruk, o sonsuz minnettarlığı yazarımız kadar yürekten veremeyiz ki… {Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi… Anneme, Hacı Budak’lara gidip Mıstık’ı görmemizi söyledim. – Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır. Ondan sonra ben her zaman Mıstık’ı iyileşmiş bulacağım umuduyla okula gittim. Ne yazık ki, o hiç gelmedi… Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık’ı Bandırma’ya götürdüler. Oradan İstanbul’a göndereceklerdi. Sonunda bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş… Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Belleğimde sonsuz ve mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve hep, farkında olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman hayalini görürüm.} Devam edecek… Poetik Haber (Edebiyat-Düşünce -Eleştiri)’den alınmıştır.03.11.2015 |