Emekli Edebiyat Öğretmeni, Yazar Semra Meral, Üstad Necip Fazıl Kısakürek hakkında yazdı…
KALDIRIMLAR’daki Çaresiz AHMET’ten…
‘SAKARYA’da “Çare Sizsiniz!” Diyen ÜSTAD’a…
Semra Meral
O , birinci adı ile bir AHMET ;
-bir zamanların Maraş Müftüsü olan- dip dedesinden aldığı ikinci adıyla, bir ‘NECİP’ti!
O, -İstanbul’da hariciye nazırlığına kadar yükselmiş Salim Paşa’nın kızı Zafer hanımla evlenmiş olan Mehmet Hilmi Efendi’nin tek oğlu olan- babası Deli Fazıl’dan esinlenmiş adı ile bir FAZIL ; ecdadından miras kalan bu lâkabı -anlamı şahsiyetine tezat da olsa-ömrünün sonuna kadar ,başına taç edip taşıyan bir ‘KISAKÜREK’ti!
Evet O, kız kardeşi Selma’nın beş yaşında ölümüyle ince hastalığa yakalanan çok sevdiği annesi Mediha hanımın hastane köşesinde şefkat dolu istemesi ile bir şair olmuşken; rakiplerinin “bir mısraı bile, milletine şeref vermeye yeter!” diye alkış tuttuğu ‘Şairler Sultanlığı’na kadar yükselen bir dehâdır.
Evet O, dedesi Mehmet Hilmi efendi’nin çok sevdiği, bir dediği iki edilmeyen, ele avuca sığmaz haşarı bir çocukken; babaannesi Zafer Hanım’a daha küçük yaşlarda öğrendiği okumasıyla hemen her çeşit kitap okuyarak erkenden olgunlaşan büyük bir çocuk’tur. Şimdi soralım:
Peki O, Paris gibi kozmopolit bir ülkeye , felsefe gibi karmaşık bir öğrenim görmeye gönderilmiş ve ‘bohem hayatı’ denilen bir serüvenin içine düşmüş bir ‘çilekeş’ken; bu çileyi, bir imtihan olarak gören bir ‘garip derviş’ olmamış mıdır?
Peki O, 1934’e kadar yaşadıkları çöp’e atılması gereken bir ‘mürid’ken; gönül gözünün açıldığını gören milletinin kendisine tevdi ettiği adıyla bir “gözde mürşid’ olmamış mıdır?
Velhasılı O, Kaldırımlar’da ; bir ‘Çaresiz Ahmet’ken; Sakarya’da; ‘Çare Sizsiniz…’ diyen bir ‘Üstad’ olmamış mıdır?
Öyle ise:
O’na, “ Kaldırımlar’ daki ‘serkeş’ ‘O’ değil miydi? diyenlere:
“O, ‘Sakarya’da kehkeşanlara kaç/ma/mış bir ‘Güneş’tir, derim ben de hemen!
O’na, “Kaldırımlar’daki ‘sefil’ O değil miydi? diyenlere: “O, Sakarya’da suya destan yazan bir Fazıl’dır!.” derim ben de hemen!
O’na; “ Kaldırımlar’da ölmek isteyen ‘zavallı’ ‘O’ değil miydi? diyenlere:
‘Öldüğümde olmasın, çelengim, top arabam/Alıp götürsün beni ,tam inanmış dört adam ‘ diyecek kadar da şuurlu ve akıllıydı! ” da derim ben de hemen!
O’na; “Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim/ Minicik gövdeme yüklü Kafdağı’ diyecek kadar şekvacı , huzursuz bir adam” diyenlere ; “Bir zerreciğim ki, Arş’a gebeyim/Dev sancılarımın budur kaynağı’” diyen de, ‘O’ idi!” derim ben de hemen!
Evet, Üstad bocalamış ve ikilemler yaşamıştır. Nasıl yaşamasın ki? Bir taraftan; konağın tek erkek torunu, tek vârisi… Bir taraftan daha çok küçük yaşta öğrendiği okuması ile, Zafer Hanım gibi konağın First Laidy’sine kitaplar okuyan bir küçük adam iken; diğer taraftan ; aynı konaktan dedesi ölüp, annesi ile babası ayrıldığında kapısının önüne konan bir büyük adam olmuştur.
“Annem istedi, ben de şair oldum!” diyen Ahmet Necip, bir taraftan O çok sevdiği hanımefendi, ‘mazlum, masum, mahzun, mağdur’ annesini memnun etmeye çalışan erken olmuş bir meyve iken; diğer taraftan oyuncakları elinden alınmış ve bu acımasız dünyaya anlam vermeye çalışan haklı-hırçın bir çocukla baş başa kalmıştır.
İşte bu noktada tabiri caizse; canım annesinin, kendisini dünyaya getirirken çektiği sıkıntılara benzer sıkıntılar, O’nu da kuşatmış, adını koyamadığı gel-gitler yaşamış; kafasında beliren onca soruya bir ad bulmaya çalışmış ve acılar içinde, sancılar içinde kıvranmış, kıvranmıştır.
Ne zamana kadar?
Yüce Mevlâ’nın kendisi için takdir ettiği zamanın ikmal olması; senfoninin bitmesi ve Çile’nin tamamlanmasına kadar. Elbette işte, bu çekilenler inananlar ve düşünenler için bir imtihandır ve 2. Kutlu Dönem için bir alt yapıdır.
Bunlar yaşanmasaydı, -kesindi ki- Ahmet, sadece muhataplarının kuru kuru alkışladığı bir şair olarak kalacak ve asla bir aksiyon, bir dava adamı olamayacaktı! Ve işte 1934’lere gelindiğinde –ve tabi Allah’ın inayeti ile- O mübarek hazret Abdülhakîm Arvâsî gibi bir İslâm âlimi, bir büyük mutasavvıfla tanışacak olan Üstadın; bundan sonra bütün dünyası, felsefesi değişecek; ufku ağaracak, bakışı nurlanacak ve bunu bizzat kendisi ‘bir bayram’ olarak değerlendirecektir…
Bu yüzden işte diyoruz ki :
Birinci dönem; yeni doğacak ufka bir hazırlanış, bir gebe kalıştır. Birinci dönem, kutlu bir sancı, mübarek bir ağrıdır.
İşte bu yüzden:
Birinci dönem; bir boş veriş değil, bir arayıştır.
Birinci dönem; bir keyf alış değil, bir ağlayıştır.
İkinci dönem; nefsini öne çıkarış değil, nefsini sigaya çekiştir.
Birinci dönem, ikinci dönemde; başkasına bırakmadan kendini sorgulayış -hatta tabiri caizse bir aşağılayış- asla bir ‘alkışlayış’ değildir!
İkinci dönem ise ‘ben yaptım ,ne var, ne olmuş? diye asla bir kafa tutuş olmamış; birinci dönem için hep bir pişmanlık, bir serzeniş pâyesi ile taçlanmıştır. Çünkü, “Vicdan, erdemlilerde ;cüzdan, enselilerdedir.”
İşte bu nedenlerdendir ki birinci dönemi en iyi sembolize eden ‘Kaldırımlar (1927)dır; ikinci dönemi en iyi sembolize eden de ‘Sakarya Türküsü (1948)’dür diyoruz. Devam ederek, yine diyebiliriz ki:
Kaldırımlar, bir avuttur ; Sakarya, bir ağıttır.
Kaldırımlar, bir ağlayış ; Sakarya, bir sorgulayıştır.
Kaldırımlar, karanlıklarda sürükleniş ;
Sakarya, aydınlığa davet ediştir.
Kaldırımlar, bir ‘ahh!..’ çekiş ; Sakarya, bir yol gösteriştir.
Kaldırımlar, ferdi bir çöküş ; Sakarya, milli bir direniştir.
Kaldırımlar, Çaresiz Ahmet’in ‘sıradan bir günlüğü’ ; Sakarya, bir ‘Üstad fermanı’dır!
Bize, kuru bir feryat değil; dolu bir ferman bırakan Üstadımızı 110 .Doğum (26 Mayıs 1904)yıldönümünde rahmet ve minnetlerle…
Defter k (hayata ve edebiyata dair ne varsa) 26 Mayıs 2104 tarihli nüshasından alınmıştır.