Kategoriler
Şairler

İsmail Adil ŞAHİN

ismailadil

1948 yılında Kayseri’de doğdu. Öğrenimini Kayseri’de tamamladı. M. Sinan End. Meslek Lisesinde ki öğretmenlik görevinden 2003 yılında emekli oldu.
“Şiirleri mistik iklimin esintilerini taşıyor. Aşk, sevgi, ayrılık, özlem gibi temaları işler. Dini, milli ve insani konularda somut gerçeklerle örülü çizgi dışı şiirler yazmıştır. Aruz ve hece ölçüsü ile serbest tarzı aynı başarıyla kullanır. ”Nurkal Kumsuz-Bu Şehrin Işıkları
Şiirleri Berceste Dergisi, Yeniden Diriliş Dergisi, Çemen Dergisi, Akpınar Dergisi gibi birçok yayın organında sıkça yayınlanmaktadır. Mavi Sürgün Edebiyat Dergisi (2006) nin kısa bir süre sahipliğini de üstlenmiştir. Kayseri Erciyes TV 2007 yılı Kitabistan Programında şiirlerini sundu ve şiir üzerine yorumlar yaptı. Evli olup, 2 çocuk bir torun sahibidir.
Aldığı ödüller:
1-Kayseri Ö.Ufuk Lisesi Erciyes konulu şiir yarışması 2.lik ödülü 1999
2-Simav Anadolu Dergisi Şiir Yarışması Özel ödülü-2003
3-ANASAM (Anadolu Sanat ve edebiyat Esreleri Meslek Birliği Şiir Yarışmasında birincilik ödülü-2004
4-Yazarlar Birliği Kayseri Şubesince Yalan Yârim isimli esere yılın şiir kitabı ödülü-2006
Yayınlanmış iki şiir kitabı vardır:
Yalan Yârim (2001), Giz (Rubailer ve divançe)(2007)
Niçin şiir?
Şiiri sevdim, o da sanırım bizi sevdi. Doğuştan bir yetenek ve istekle birlikte emek ve birikim de olunca yazmaktan başka tercih hakkı da kalmıyor. Şiir sevdaya dönüşünce de sürüp gidiyor.Benim için neredeyse bir hayat tarzı.

2006 Yılında Sarıkamış Derneği tarafından çıkarılan bir takvimde bir sayfasının tamamen ayrıldığı ve mermere yazılıp Sarıkamış’ta bir anıta yerleştirilen, oratoryosu yapılan bu şiirimi önemsiyor ve seviyorum.

BEYAZ ÖLÜM (SARIKAMIŞ)

Şu dağlar var ya, dağlar; Sarıkamış Dağları:
O dağlarda örüldü nice ecel ağları.

Soğanlı’dan cennete kalkıyor diye tren,
Doksan bin yiğit gelmiş Sivas’tan, Kayseri’den…

Daha çocuk yaşında körpe körpe kuzular,
Düşmüş gelmiş yollara, yetim kalmış arzular

“Allahü ekber” derken gür sesiyle bir ordu:
Allahüekber Dağı soğuktan yanan kordu.

Çekilmeden kılıçlar, atılmadan kurşunlar,
Var mı böyle bir kader hepsi şehit olsunlar?

Doksan bin yıldız söndü, dünya tersine döndü
Sarıkamış Dağları ak bir yasa büründü.

O erleri ne savaş, ne ölüm korkuturdu
Buz gibi kurşunlarla onları kader vurdu.

Bu yiğitler yaşarken zamansız bir mahşeri
Sarıçamlar seyretti bembeyaz ölümleri…

Kefenleri ak kardan, tabutları saf buzdan,
İçtikleri Kevser’in doldurduğu havuzdan.

Yas tuttu bu kadere dağlar, taşlar, ovalar,
Ayrılık acısıyla mahzun kaldı yuvalar

Milyonla öksüz, yetim, dul bırakıp ardında
Hakk’a yürüdü erler, kılıçları kınında.

Milletimin her ferdi bu hicranla ağladı,
Ölen her bir can için, nice canlar ağladı.

Şehide ağlamaya yeter mi gözyaşları?
Bunca yıl kıyamdadır buzdan mezar taşları

Ben “öldüler” desem de, Yaradan “ölmez” diyor
“Onlar yaşamaktalar, insanlar bilmez” diyor.

Affet bizi Allah’ım, “şehitler ölmez” elbet
Ebedi mutluluktur, diriliktir sehadet.

Mukaddestir şüphesiz vatan, bayrak, din, namus…
Bu yolda ölüm bile değil mi “şeb-i arus”?

Hangi ırk, hangi boydan burada yatanımız?
Korunacak mutlaka, namustur vatanımız.

Dillere destan olan ne tarihler yazmışız,
Kefensiz gidenlere buzdan mezar kazmışız.

O savaşta ölenler bugün cennet yurdunda,
Hâlâ dimdik duruyor vatanın da ordun da.

Ey şehitler ordusu, ey yiğitler, ey canlar!
İncitmesin sizleri duyduğunuz figanlar.

Hâlâ rûhunuz gezer göklerinde bu yerin
Hatırlatır bizlere cilvesini kaderin.

Sizi selamlar her gün tül tül, al mor bulutlar
Ve Allah’ın elçisi şefaatiyle kutlar

Cennette köşkler sizin, mezarlar bizim için
Yavuklunuz kaldıysa, cennetten huri seçin.

Sarıkamış bizimdir ve bizim kalacaktır,
Dünya durdukça Türk’e anayurt olacaktır.

Şu dağlar var ya, dağlar; Sarıkamış Dağları!
Bu dağın şehitleri kıskandırır sağları.

BOZKIRDA BİR GÜLİSTAN

Her köşesinde rûhum, bulur kendinden bir can,
Bozkırda bir gülistan, vatan içinde vatan.

Seni sevmek bir görev, sende yaşamak şanstır;
Misafir olmak sana, mutluluktan avanstır.

Seninle şaha kalktı Anadolu gerçeği,
Sen, yurdumun açılan ilk kardelen çiçeği.

Rüzgârın hızım benim, yağmurun, karın rahmet;
Ayazın, buzun sıla; başka güzeller gurbet.

Hayıflanma kış diye nisanda bahar gelir;
Bunalırsan sıcaktan Erciyes’ten kar gelir.

Yazın yazdır; kışın kış, baharların bambaşka…
Genç gönüller bağrından geçit buldular aşka.

Sana hep hayran kaldı aşıp geldiğin çağlar,
Bağdır, bahçedir bize, çevreni saran dağlar.

Sana sılam demişsem, sensizlik gurbet bana,
Dayanamam gurbete, dokunur hasret bana.

Erciyes’im mor çiçek, öyle gür, öyle gerçek,
Güneş selamlar seni, sabah-akşam gülerek.

Sende gök sonsuzunu delip geçmek hevesi,
Bu heves, gönlümün de sevda olan gayesi.

Ortak kubbesi sanki Erciyes mâbetlerin,
Başında hoş havası özlenen cennetlerin.

İmrenir Ali dağı bakar bakar rengine,
Yılanlı hayâl kurar çıkmak için dengine.

Zirvenin bir yanından kıblemize yol gider,
Seni seyredenlerde ne dert kalır, ne keder.

Kale, yaşlı bir nine, burçlarından gözlüyor,
Gençlik çağında kalan günlerini özlüyor.

Zeyne’l Âbidin’indir meydandaki şu otağ,
Gevher Nesîbe Hâtun yaktı sönmez bir çerağ.

Hunat Hatun sığmazken muhteşem türbesine,
Duâlar ve âminler tâc olur kubbesine.

Bu toprakta erdemli, ulu hatunlar yatar,
Gök kubbeyi ayakta nurdan sütunlar tutar.

Hunat’ın kürsüsünden anlatırken Hak dini,
Melekler tasdik etti, Seyyid Burhaneddin’i.

Bu şehirde yeşerdi koskoca Mimar Sinan,
Sırlarıyla burada mekân edindi zaman.

Bilginler kenti bu kent “makarr’ül ulemâdır”
Parlak yıldızlar gibi, nice ulu simâdır.

Her adımda bir câmi, her köşede medrese;
Tarihten not düşülür verilen her adrese.

Her yer tarih kokuyor, gayret tâlih dokuyor,
Geçmişi gören gözler, geleceği okuyor.

Rûhunla Selçuklusun, Osmanlısın, Türk’sün sen
Gelişmişlik rüzgârı şimdi başında esen.

Girişimler kolektif, çabalar organize,
Dönüştü alın teri Yamula’da denize.

Ticaretin başkenti artık bir dünya şehri,
Bilgi, zekâ, dürüstlük, çalışmak bunun sihri.

Döner dişliler çarklar, döner zaman ve mekân,
Kayseri dönmez asla medeniyet yolundan.

Melek kanatlı kuşlar burda bulmuş cenneti,
Burası cennetlerin dünyadaki sûreti.

Erkilet’ten, Talas’tan seyret de gör bu şehri,
Ovada akıp giden altından ışık nehri.

Beştepeler’de dinlen; Erciyes’te kay, eğlen!
Kumarlı, sarımsaklı, fuar doluyor erken.

Dillere destan olmuş şâhâne Kapuzbaşı;
Yetim mi yoksa Sarız, mahzun mu Pınarbaşı?

Bünyan’da ilmek ilmek halı dokur genç kızlar,
Ders alır şamar gibi, Seyrâni’den haksızlar.

Sevgilinin dudağı, Yahyalı’da kirazdır,
Seni anlatmak için neler söylense azdır.

Burası dümdüz ova, iniş yokuş arama!
İnsanı da düzgündür, el uzatmaz harama.

İnancı çelik gibi, çok sever vatanını,
Yâ-sin’le, Fâtiha’yla yâdeder yatanını.

Hayırseverdir yapar hastane, câmi, okul…
Kullarına efendi, Yaratan Rabb’ına kul.

Övünmek olmasın da buralıyım ezelden,
Bir kez sevdalanmışım, “gönül geçmez güzelden”…

Seni içtim mey gibi ben o yüzden mahmûrum,
Yaşasam da, ölsem de kucağına mecbûrum.

Bozkırın ortasında açan sevdâ çiçeğim,
Gönlümce sevdim seni, ömrümce seveceğim…
17 Şubat, 2004

BİR SEN VARSIN İÇİMDE

Şu hayat seferinde ermeden son menzile,
Elinden tutmak vardı, dizinde yatmak vardı.
Ömrümüzün teknesi yanaşmadan sahile,
Deryânın ortasına bir demir atmak vardı.

Baktığım her yerde sen, gördüğüm her şeyde sen,
Seni hatırlatıyor şarkı, şiir, her desen.
Sımsıcak nefesindir şimdi rûhumda esen,
Silmişim lügatimden; bir de unutmak vardı.

Özlediğim o yüzde, bulduğum neydi bilmem?
Nedendir bu iç çekiş, nedendir bunca özlem?
Görsem içim yanıyor görmesem başlar matem,
Talih kör olmasaydı, cana can katmak vardı.

Kör talih diyenlere hak vermemek elde mi?
Kabahat bülbülde mi, sevdada mı, gülde mi?
Bu kaderden kurtuluş sadece ecelde mi?
Dünyanın servetini bir pula satmak vardı.

Çepeçevre sarılmış, kuşatılmış her yanım,
Boğazımda tükenir arşa çıkan figanım,
Bir sevdanın uğruna adanmışsa bu canım,
Kadere kızmak yoktu; bahtı ağlatmak vardı.

Çok sevmenin adını kara sevda koymuşlar,
Biçare gönülleri göz göz edip oymuşlar…
Ne sevilenler doymuş, ne sevenler doymuşlar,
Şu rüya âleminde visâli tatmak vardı.

Bir sen varsın içimde, sildim kalan ne varsa,
Bana layık gördüğün kabulümdür mezarsa,
Böyle delice sevmek gönüllü intiharsa;
O idam sehpasını elimle çatmak vardı.

İşte böyle, sevdiğim, seven kaçmaz beladan,
Şikâyet olur mu hiç bu güzel iptiladan?
Vazgeçmez seven gönül ne illâ’dan, ne lâ’dan
Aşkın bidâyetinde yoktan yaratmak vardı.

Not: Sarıkamış kalmalı, diğerleri alınmayacaksa lütfen bölünmesin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir