Kategoriler
Makaleler

Muhteşem Yüzyıl’la Gelen “HÜNKÂR ile MİMAR”

semra meralSemra Meral

    Birinci Blümden:
    (Üç yıl kadar önce Erciyes’in Sinan’ı, Süleymaniye’nin Sinan’ı olarak Erciyes’te esmiş,Erciyes’ten  bir ‘Semih Sergen’ geçmişti…

Hünkâr Sultan Süleyman’ı canlandıran Orhan Özyiğit ile Mimar Sinan’ı oynayan Semih Sergen sanki sahnede değil ,sarayda ;bizler ise tiyatroda değil de Muhsin Ertuğrul’un ifadelerince sanki ‘büyüklerin mektebindeydik…]

İKİNCİ BÖLÜM

…Daha önce tiyatroya gösterilen ilgisizliğin aksine, salonun hınca hınç dolu olduğu, seyircinin çıt çıkarmadan pür dikkat, büyük bir hayranlıkla izlediği ve yerinde alkışlarla müdahale ettiği eserdeki başarı, sanatçıların bir su akışı içinde rollerini yaşayarak  sunuşlarının yanında; Kayseri seyircisinin mimarını sahiplenmesi desöz konusu idi ki, elbettetakdire şayandı.

Fon(dışarı ses)dao davudi,o tanıdık ‘Rüştü Asyalı’ sesi, göz dolduran dekor, profesyonel ışıklandırma da olunca; ağız tadıyla şöyle ‘oh be!’ dedirten bir başarıya odaklanmamak mümkün değildi.

Hünkâr ; hem ‘Yavuz’ gibi bir babanın oğlu, hem Osmanlı sultanlarının kırk altı yıl gibi en uzun tahtta kalanı, hem Osmanlı’yı en doruklara taşıyan Muhteşem’i, hem ideal bir kanun uygulayıcısı olan ‘Kanuni’ olunca ilgi ve alâkanın büyüklüğü de o derece artıyordu.
Hele hele de bu pozitif seçeneklere, şair bir sultan olan bir ‘Muhibbi’ portresi ile , bir de, ‘baba Süleyman’
eklenince,eserde içinden çıkılamayacakmış gibi görünen düğüm, seyircisini yormadan ‘su’ gibi akıp giderken; O,
En Büyük  Sultan’ın ‘kudret ve hikmet’ivurgulana vurgulana çözüme kendiliğinden ulaşılmış oluyordu…

Mimar, yani mimar başı, yani Koca Sinan; bir sanatçı kompleksinin esamesinin okunmadığı bir ‘bilge’ kimliği ile;aramızdaydı…Karşısındakinin “Devlet-i Âlisinin Bir Sultanı” olduğunu asla unutmadan, tatlı-sert uyarılarda bulunarak zaman zaman Nasrettin Hoca’mızı da çağrıştırdığı kimi diyaloglarında‘acı acı’ da olsa bizi güldürürken; Anadolu’dan, halkın içinden çıkmış birinin sarayda, padişahın bir dert ortağı olacak kadaryakınında özel ve güzel bir yerde bulunması ile bizi bahtiyar eyliyordu…

Hele de Hünkâr’ın;daha önce bir başka can pâresini, ’Mustafa’ gibi çok iyi yetişmiş bir şehzadesiniyüce bildiği devletininbekâsı için-istemeden de olsa-öldürmüş olmasından duyduğukarmakarışık, acı ile karılmışduyguları; esere bir kahredicilik  yüklerken; bir ilgi çekiciliğide birlikte sürüklüyordu…
Bir mimar ;hünkârının,yeni bir vicdan azabına düşmemesi için gösterdiği çabalarıilezirveye taşınırken; Hünkâr’a duyulanınbir ‘kızgınlık’ mı,bir‘hayranlık’ mı; yoksa ikisi ile de harmanlanmış bir ‘idealistlik’in mantıki başka bir adı mı idi?..Hemen karar verilmesi o kadargüçtü ki…

Ya o çığlık, ya o Kanuni gibi mükemmel bir kanun uygulayıcı oluşu ismine sinen bir hükümdarı, ‘baba’ duyarlılığından istifade ederek kararından vazgeçirmeye çalışmasına rağmen ,haberin ulağa ulaştırılamayacağını öğrenen Sinan’ın attığı o çığlık?!..

Evet o çığlık öyle asildi ki…Şehzadenin maalesef ölümden kurtulamayacağı sinyalini veren O çığlık öyle     hikmet dolu idi ki……’

Çok sevdiği ve çok saygı duyduğu bir hükümdarının kararsız kalıp acze düşüşünden çok ; ‘Muhibbi’ gibi bir babanın ‘yürek yangısı’nı bağrında hisseden O sanatçı çığlığı öyle babacandı ki..
O çığlıkla yüreğimiz yanıp, içimiz kan ağlarken “adını koyamadığımız gizem bu olsa gerek!..” dedirtti.

Ve elbet ‘asalet’i de ezip geçen ‘hikmet’ ; ‘kün’ emrindeki hakikat’le hükmünü vererek ; ve yine,ve elbetve herkese veher zaman  vereceği gibi “ezelden ebede kadar  bu hep böyle akıp gidecek ; değiştirmeye hiç kimsenin gücü yetmeyecek!..” dedirtecekti…

Aslında,beş yüz asırdan beri hem edebiyat tarihimizin altın varaklarına, hem  halkımızın yüreğine işlenmiş şu;

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi “

Şiirsel nasihatıbile,bir hükümdar şair Muhibbi’yi anlamak;bir cihan padişahı Kanuni’yi tanımak içino kadar yeterli ki…

Muhteşem Süleyman için  ”devlet” in ne demek olduğunu;ve nasıl olması gerektiğini anlatması bakımından o kadar yeterli ki…
Öylesine,“başka söze hacet var mı?!..”dedirtmekte ki…

Muhteşem Muhibbi devam ederek, bütün değerlerin O’nun karşısında sadece bir  ‘hiç’ten ibaretolduğunu,

“Saltanat dedikleri, bir cihan kavgasıdır

Olmaya baht u saadet dünyada vahdet gibi” şeklinde ifade edecektir…

Bir dünya gidişatı olan ‘saltanat’ ile onun sunduğu‘taht’ için kavga yapmanın bazen kaçınılmazlığını vurgulamakla birlikte;en güzel saadetin, ol Yüceler Yücesi Kudret’ in  ’vahdet’ i olduğu hakikatini kalbi ile tasdik edip, dili ile ikrar eyleyerek  huzur bulmaya çalışacaktır…
Daha sonra da,dünya  tahtının ; ‘ahiret bahtı’ için hiç bir önemarz etmediğini-kendisi için tasavvur edilebilecek  mefkure merdiveninin en üst basamağından bizlere seslenerek- şöyle ifade edecektir:

 

“Ben ölünce bir elimi tabutumun dışına atın… İnsanlar görsünler ki, padişah olan Kanuni de, bu dünyadan eli boş gitmiştir…”

Bu ibret ve bu hikmetle  son vermeye çalıştığımız bu güzide tiyatro eserinin içimizde estirdiği inanç rüzgârını derinden hissedip,huşu ile ürperirken ; Bayrak ŞairimizArif Nihat Asya ( TokatlıZiver Efendi’nin oğlu)’nın ,

 

“Dağ parçası kubbeler..Ufaktan, iriden

Gel, haşmeti gör yandan ilerden, geriden;

Bir mucize devrinde Sinan Erciyes’i,

İstanbul’a dikmiş, getirip Kayseri’den”  şeklinde pek haklı bir tespitle, bir tablo gibi çizmeye çalıştığı bu yol haritası,bu tiyatro eseri ile, bu sefer tersten çiziliyordu… Bu sefer; İstanbul’dan getirilip, Kayseri’de ruhumuza dikilenbu gözde eserle buruk ve  bir o kadarhüzünle harmanlanmış bir tad alarak  evlerimize dönüyorduk…

Evet, üç sene  önce bir kış akşamında ;masmavibir deniz kuşunun kanatlarında sılasına taşıdığı Erciyesli Sinan, ‘Süleymaniyeli Sinan’ olarak Erciyes’e konmuş ; beyaz kar rengine bürünen o ihtişamlı kanatlarla ‘şafak’labirlikte İstanbul’a dönmüş VE yeni bir şevk ve yeni bir iştiyakla,Süleymaniye’nin kubbelerine  yeniden konmuştu…

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir