Semra MERAL
‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinin eğrisiyle, doğrusuyla ; sevabıyla, günahıyla; seveniyle, sevmeyeniyle reyting denilen rekorları kırdığı , -hatta parça parça ettiği- İbrahim Paşa’nın öldürülüşü ile ilgili son iki bölümünden, o kadar çok etkilendim ve beni o kadar çekim alanına sürükledi ki, daha önce seyrettiğim ve mutlaka bir yazı yazmam gerektiğine inandığım ‘Hünkâr İle Mimar’ adlı ‘o görkemli tiyatro eseri’ni hatırlamamam mümkün olmadı…
Evet iki yıl kadar önce, insanların yine eve kapandığı böyle bir kış mevsiminde ; Erciyes’in Sinan’ı , Süleymaniye’nin Sinan’ı’ı olarak Erciyes’te esmiş, Erciyes’ten bir ‘Semih Sergen’ geçmişti..
Hünkâr Sultan Süleyman’ı canlandıran Orhan Özyiğit ile ‘Mimar Sinan’ı oynayan Semih Sergen sanki sahnede değil, sarayda;bizler ise tiyatroda değil sanki tiyatro üstadı Muhsin Ertuğrul’un ifadelerince büyüklerin mektebindeydik…
Bundan sonrasını, olduğu gibi ‘o günkü yorumlarımla yazım’a bırakıyorum olduğu gibi:
Sultanı, ‘Süleyman’ adına,”Süleymaniye” gibi şaheser bir âbide diken Erciyesli Sinan; 30 Ocak cumartesi akşamı , Ankara Devlet Tiyatrosu gibi bir güzide kuruluş ve ‘Semih Sergen’ gibi bir gözde tiyatro sanatçısı VE “Bir Hünkâr –Bir Mimar ”isimli tiyatro eseri ile ; İstanbul’daki, saraydaki , Sultan Süleymanı huzurundaki ‘Filozof Mimar Sinan’ı temsil ederek, beş asır sonra hemşerilerine, ‘hemşeriliğin keyfi’ni yaşattı.
İl Kültür ve Turizm müdürü Sayın İsmet Taymuş’un konuklarını bir ev sahibi nezaketinde karşıladığı ve İl kültür ve Turizm Müdürlüğü tiyatro salonunda sahneye konan, bir ‘senaryo’ değil; ‘tiyatro eseri’ idi. Eserin rol dağılımını üstlenenler de bir ‘oyuncu’ değil ‘sanatçı’ idiler elbet de büyük bir beğeni ve hayranlıkla izlendiler.
Üç sanatçının rol aldığı, daha ismiyle bile ‘şiire’, ‘şair padişah’a götüren eserde, aynı zaman da çok başarılı şiir yorumcusu ve de şair ve de oyun yazarı olan Semih Sergen ’MİMAR’ı canlandırarak da lâyık olduğu bir rolü, lâyık olduğu veçhile gerçekleştirmiş oldu.
Muhataplarının bile ‘Muhteşem Süleyman’ diye hakkını, hak ettiği gibi verdiği Kanuni Sultan Süleyman, yani ‘hünkâr’ rolündeki Orhan Özyiğit , soyadının anlamını sanki Kanuni’de buluyormuşçasına rolüne hükmetti..Hürrem Sultan’ın hayalini canlandıran Handan Kılıç da kostümü ve geceye düşen silûetiyle Süleyman’ı gibi, bizi de büyüledi.
Daha önce tiyatroya gösterilen ilginin aksine, salonun hınca hınç dolu olduğu seyircinin çıt çıkarmadan pür dikkat, büyük bir hayranlıkla izlediği ve yerinde alkışlarla müdahale ettiği eserdeki başarı, sanatçıların bir su akışı içinde rollerini yaşayarak ve yaşatarak sunuşlarının yanında , Kayseri seyircisinin mimarını sahiplenmesi de elbet takdire şayandı. Fondaki tanıdık davûdi Rüştü Asyalı’nın sesi ;göz dolduran dekor, profesyonel ışıklandırma da olunca ağız tadıyla ‘oh be!’ dedirten bir başarıya odaklanmamak mümkün değildi.
Hünkâr ; hem ‘Yavuz ’gibi bir babanın oğlu, hem Osmanlı sultanlarının kırk altı yıl gibi en uzun tahtta kalanı, hem Osmanlı’yı en doruklara taşıyan Muhteşem’i, hem ‘çok iyi bir kanun uygulayıcı Kanuni’si olunca ilgi ve alâkanın büyüklüğü de o derece artıyordu.Hele hele de bu pozitif seçeneklere ‘şair bir sultan-Muhibbi’ portresi ile beraber bir ‘baba duyarlılığı’ da eklenince, eserde içinden çıkılamayacakmış gibi görünen düğüm, seyircisini yormadan ‘su’ gibi akıp giderken O, ‘EN BÜYÜK SULTAN’ın büyüklüğü ve kudreti de vurgulana vurgulana çözüme kendiliğinden ulaşılmış oluyordu…
Mimar ,yani mimar başı, yani Koca Sinan, asla bir sanatçı kompleksine kapılmadan, bir filozof kimliğiyle tatlı-sert bir üslupla , karşısındakinin ‘devlet-i âlisinin bir sultanı’ olduğunu unutmadan ,uyarılarda bulunarak ; Anadolu’dan, halkın içinden çıkmış birinin sarayda padişahının dert ortağı olacak kadar müstesna bir kimliğe bürünmüş olması ile bize güven verdi.Bizleri ,’Nasrettin hocamız’a da götürerek güldürürken , rahatlatıp huzur verdi. Hele de ,bir babanın evlâdını, oğlu şehit düşmüş bir baba duyarlılığıyla anlaması, eserin bunu da işlemiş olması çok ayrı bir fevkâlâdelik ve idealistlikti!..
Ya o çığlık, ya o Kanuni gibi mükemmel bir kanun uygulayıcı oluşu ismine sinen bir hükümdarı, ‘baba’ duyarlılığından istifade ederek kararından vazgeçirmeye çalışmasına rağmen ,haberin ulağa ulaştırılamayacağını öğrenen Sinan’ın attığı çığlık?!..Evet o çığlık öyle asildi ki..Şehzadenin maalesef ölümden kurtulamayacağı sinyalini veren O çığlık öyle hikmet dolu idi ki……’Saygı duyduğu bir hükümdar’ın kararsız kalıp acze düşüşünden çok, ‘Muhibbi gibi bir babanın yürek yangısı’nı bağrında hisseden O sanatçı çığlığı öyle babacandı ki..O çığlıkla bağrımız delinip, yüreğimiz yanarken ‘adını koyamadığımız gizem bu olsa gerek..!’ dedirtti. Ve asalet’i bile ezip geçen ‘hikmet’ , ‘kün’ emrindeki hakikat’le hükmünü verecek, ve yine nihayet , her şeye her zaman verdiği ve her zaman vereceği gibi “ezelden ebede, bu hep böyle akıp gidecek!” dedirtecekti
. “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi “ diye edebiyat tarihimizin altın
varaklarına işlendiği gibi, Türk milletinin bir nakış gibi göğsüne de işlediği bu şiirsel nasihat,
“Saltanat dedikleri, bir cihan kavgasıdır
Olmaya baht u saadet dünyada vahdet gibi.”şeklinde noktasını koyacaktı.
———————-
Bu hikmet’le sona eren dev eserin içimizde estirdiği rüzgârı Tokat Kümbet Dergimizde yeniden hissederken ve babası Tokatlı (Ziver Efendi) Bayrak Şairimiz Arif Nihat ASYA’nın pek haklı bir tespitle çizmeye ve bir çini gibi işlemeye çalıştığı şu yol haritası:
“Dağ parçası kubbeler..Ufaktan, iriden
Gel, haşmeti gör yandan ilerden, geriden;
Bir mucize devrinde Sinan Erciyes’i,
İstanbul’a dikmiş, getirip Kayseri’den”
bu nefis tiyatro eseri ile bu defa tersten çizilmiş olacaktı. Bu sefer; İstanbul’dan getirilip Kayseri’de ruhumuza dikilen dev heykelle buruk bir keyif yaşayarak evlerimize dönecektik…”
Evet, dediğim gibi iki sene önce masmavi deniz kuşlarının kanatlarında sılasına taşıdığı Erciyesli Sinan, ‘Süleymaniyeli Sinan’ olarak Erciyes’ e konmuş ve beyaz kar rengine dönüşen kanatlarıyla İstanbul’a dönerken şafakla birlikte muhtemelen Süleymaniye’ye yeniden konmuştu….